Türkiye ekonomisi 2018 son çeyreğin aksine 2019 yılının son üç ayına daha sakin bir ortamda giriyor. Bu nisbi sakinliğin nedeni 2018 Ekonomik Krizi’nin son bir yılda yaratmış olduğu fırtınanın kendi doğal seyrinde hafiflemesinden kaynaklıdır.
Eylül sonunda Yeni Ekonomik Program açıklandı. Bu programın hedefleri 2020-2022 döneminde GSYH büyümesinin %5 olacağı, cari dengenin 2022 yılında denk olacağı şeklinde ifade edildi. Programda, enflasyonun da düşme eğilimine devam ederek 2020’de %8.5, 2021’de %6.0 ve 2022’de %4.9 olarak gerçekleşeceği varsayılıyordu.
Türkiye’nin iktisadi tarihinde cumhuriyetin ilk dönemi hariç olmak üzere; hep beraber büyümenin %4’ün üzerinde, enflasyonun %7’nin altında ve cari açığın dengeye yakın olduğu bir dönem yaşanmadı. Bu sonucun alınabilmesinin tek koşulu, reel sektörde üretilen mal ve hizmetlerde kısa vadede devrimsel bir katma değer artışı yaşanması ve bu katma değer artışının önemli bir ihracat artışına dönüşmesidir.
World Economic Forum’un yayınlamış olduğu ülkelerin rekabetçilik gücünü ölçen World CompetitivenessIndeks raporuna göre, 2018-2019 döneminde Türkiye’nin rekabetçilik alanında Kolombiya, Yunanistan, Kazakistan gibi ülkelerin gerisinde kalarak 61. sırada yer aldığı düşünülürse, önümüzdeki üç yılda bu yüksek katma değer artışının nasıl olacağı konusunda önemli bir belirsizlik var. Kısacası Türkiye’nin önümüzdeki üç yılda bir Tayvan veya Güney Kore’ye dönüşebileceğini düşünmüyorum.
Son dönemde ekonomik verilerin oluşturma yöntemi ve süreci konusunda da belli tartışmalar var. Bu verilerin kendi içindeki tutarlılığını ve ekonominin nereden nereye gittiğini görmek için tüm verilere bir arada bakmak gerekiyor.